Adnan Oktar örgütü hakkında hazırlanan bir videoda, Türk Tabipleri Birliği (TTB) Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın örgüt üyeleri hakkında sahte rapor düzenlediği iddia edildi.
Fincancı iddiaları yalanlarken, işkence ve kötü muamelenin belirlenmesinde raporların nasıl hazırlandığı ve mahkeme kararlarında ne kadar etkili oldukları da gündemde.
YouTube kanalı 140 Journos’un, yargının suç örgütü olarak mahkum ettiği Adnan Oktar grubu hakkında hazırladığı bir video, hem gazetecilik ilkeleri hem de Fincancı ile ilgili gündeme taşıdığı iddialar nedeniyle tartışılıyor.
Videodaki iddiaya göre, 1999 yılında gözaltına alınan Adnan Oktar ve diğer şüphelilerin işkence gördüklerine dair ‘işkence tarihinden’ yıllar sonra ‘sahte rapor’ hazırlayanlar arasında Fincancı da var. Ayrıca ‘bu işkence raporunun’ o dönemde örgüt hakkında açılan davanın sonuçsuz kalmasına yol açtığı da iddia ediliyor.
Fincancı kendisine yöneltilen iddiaları sosyal medya hesabından yalanlarken “Bir belgesel(?) olarak yayına girdiği anlaşılan son dizi de işkencenin meşrulaştırılması için hakikat dışı söylemleriyle kişisel olarak benim düzenlediğim tıbbi değerlendirme raporlarını sahte gibi göstermeye çalışmaktadır” ifadelerini kullandı.
Fincancı, “İşkence görenin kim olduğu, ne yaptığı işkence suçunu meşrulaştıramaz” vurgusunu yaptı.
Peki işkence ve kötü muamelenin belirlenmesinde raporlar nasıl hazırlanıyor? Bu raporlar mahkeme heyetinin mahkumiyet ya da beraat kararlarında ne kadar etkili?
Türkiye’de yasalara göre bir kişi gözaltına alındığında ve mahkemeye sevki öncesinde sağlık kontrolünden geçiriliyor. Buradaki amaç işkencenin önlenmesi ve gözaltına alınan kişiye işkence ve kötü muamele uygulanması halinde rapor altına alınması.
BBC Türkçe
1999 yılında İstanbul’da yazıldığı için ‘İstanbul Protokolü’ olarak alınan kılavuz, bu alanda uluslararası standartları oluşturuyor.
Resmi ismi ‘İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı, Aşağılayıcı Muamele veya Cezaların Etkili Biçimde Soruşturulması ve Belgelendirilmesi için El Kılavuzu’ olan bu metin, 2000 yılında Birleşmiş Milletler (BM) tarafından bu konuda onaylanmış ilk uluslararası kılavuz niteliğini taşıyor.
Şebnem Korur Fincancı da bu protokolün raportörlerinden biri. Protokolde, işkence gördüğü iddia edilen kişilerin nasıl muayene edilecekleri ayrıntılı bir şekilde yazıyor.
Prof. Dr. Hilal, muayene sürecini şu şekilde anlatıyor:
“Muayeneye gelen kişinin kendine özgü ve özel hissedebilmesi için muayene odasına girmeden önce bağlarından arındırılması lazım. Gözü bağlı olamaz, ellerinin kelepçeli, ayağının zincirli olmaması gerekir.
“Mahremiyet için güvenlik görevlisinin dışarıda bekliyor olması gerekir. Hastanın hekimle baş başa kalması gerekir.
“Hasta hekimle baş başa kaldığı zaman, hekim kendisini hastasına tanıtır, önce şikayetlerini dinler, sonra de fizik muayene yapar. Gerekirse başka bölümlerden görüş ister, tahlil ister, en sonunda da raporunun sonuç kısmını yazar.”
Hilal, özellikle insan hakları ihlaline uğradığı iddiası olan kişilerde, kişinin öyküsünün rapor için çok önemli olduğunu söylüyor:
“Kişinin ne söylediği çok önemlidir. Onun ağzından çıktığı şekilde yazılır, bunlar ve en sonunda da bunları yorumlarız. Kişinin anlattığı öyküyle, yaptığımız muayenede saptadığımız bulguların ve tahlil sonuçlarının uyumlu olup olmadığı konusunda bir yorum yapabiliriz.”
Copla dövüldüğünü iddia eden bir kişinin öyküsünü örnek veren Prof. Dr. Hilal, vücudunda iki tane paralel çizgi şeklinde ekimoz ve ortası soluk bir alan görülmesi halinde adli tıp uzmanlarının, “Copla dövüldüğünü iddia eden bu kişinin vücudunda bu şekilde lezyonlar gördük. Öyküsü, bu saptadığımız bulgularla uyumludur” şeklinde rapora not düşebileceğini belirtiyor.
Hilal, doktorların bazen hastayı elleri kelepçeli bir şekilde ya da polis nezaretinde muayene odasına alabildiklerini, bunun Türk Tabipleri Birliği’ne (TTB) göre de etik ihlali olduğunu, şikayet olması ve bunun ispatlanabilmesi halinde bu doktorların meslekten men edilmeye kadar ceza alabileceklerini söylüyor.
Hastanın saldırgan olduğu durumlarda ise muayenelerin kelepçeli ya da polis eşliğinde yapılabileceğini kaydediyor.
‘İşkence raporu’ en fazla kaç yıl sonra alınır?
Prof. Dr. Ahmet Hilal, işkence ve kötü muameleye ilişkin rapor almanın belirli bir süresinin olmadığını söylüyor.
“Mesela falaka işkencesini görenlerde kullanılan, kemik sintigrafisi denen bir yöntem vardır. Radyoaktif izotoplar verilir ve bununla film çekilir. Filmlerde, kemiklerde lezyon olan yerlerde çok tutulum olur. Falaka görenlerde de ayak kemiklerinde çok radyoaktif tutulum olduğu görülüyor, bunun da travma ile ilişkili olduğu söylenir. Yorum yapılarak tabii ki, bunun falakaya bağlı olduğunu söyleyen çok sayıda çalışma var. 3 yıl, 5 yıl gibi uzun süreler sonra bile ayak tabanında daha fazla tutulum olduğu gösterilebilmiş.
“Askıya alındığını, kollarından asıldığını iddia eden birisinde, hiçbir fiziksel muayene bulgusu olmayabilir, ama bu kişi kolunu hareket ettiremediğini söyleyebilir. Biz de hastayı nöroloji polikliniğine yönlendiririz. Elektromiyografi (EMG) denen bir tahlil yapılıyor, sinirdeki iletim hızını ölçüyor, ‘Evet, burada bir iletim sorunu var’ deniyorsa, o zaman diyoruz ki, ‘Kişi askıya alındığını iddia ediyor, bu nedenle de sinirinde kalıcı ya da geçici felç olmuştur.’ Uzun zaman sonra bile rapor düzenlenebiliyor.”
Kaç tür ‘işkence raporu’ var?
Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkan Yardımcısı ve İnsan Hakları Merkezi Koordinatör Yönetim Kurulu Üyesi Ercan Demir, işkence ve kötü muameleye ilişkin iki türlü rapor hazırlanabileceğine dikkat çekiyor:
“Bir mahkemelerin Adli Tıp Kurumu’na dosyayı veya kişiyi gönderip alınan resmi raporlar var. Bir de haricen adli tıp uzmanlarının hazırladığı raporlar var.”
Adli Tıp Uzmanları Derneği Başkanı Ahmet Hilal de gözaltında resmi kurumlardan aldıkları raporun doğru olmadığını ya da cezaevindeyken işkence gördüğünü iddia edenlerin, alternatif rapor alabileceklerini söylüyor.
Hilal, “Bunun için tabip odalarına başvurabilirler, üniversitelerin adli tıp anabilim dallarına başvurabilirler, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) gibi işkencenin rehabilitasyonunda görev alan vakıflara başvurabilirler ve alternatif raporlar alabilirler” diyor.
TBB Başkan Yardımcısı Demir, “Resmi raporla, adli tıp uzmanları tarafından haricen hazırlanan rapor farklılık içeriyorsa, mahkemelerin Adli Tıp Kurumu’ndan, iki rapor arasındaki farkın giderilmesi için tekrar rapor alması gerekir” diyor.
Fakat asıl meselenin raporu kimin hazırladığından ziyade, raporun hangi yöntem ve kıstaslarla hazırlandığının altını çiziyor:
“Uluslararası standartlara uygun şekilde hazırlanmış rapor hangisiyse mahkemenin o raporu değerlendirmeye alması gerekir. Uluslararası standartlardan biri de İstanbul Protokolü’dür.”
İşkence raporları ne kadar bağlayıcı?
Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre, işkence ve kötü muamele sonucunda gerçekleşen ölümler, ruhsal ve bedensel sakatlanmalar, cinsel saldırılar ve diğer mağduriyetler hem yaşam hakkının ihlali hem de insanlığa karşı suç teşkil ediyor. Bu nedenle bu tür suçlarda zamanaşımı gözetilmiyor.
Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi Madde 3: “Hiç kimse işkenceye veya insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele veya cezaya tabi tutulamaz.”
Yine Türkiye’nin de yürülüğe koyduğu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 5. Madde’sine göre, “Hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele ya da ceza uygulanamaz.”
BBC Türkçe’nin görüştüğü adli tıp uzmanları, mahkemelerin bilirkişi raporlarına uymak zorunda olmadığını, ama rapor mahkemenin talebi üzerine resmi Adli Tıp Kurumu tarafından verildiyse genellikle uygulamada bağlayıcı olduğunu söylüyor.
TBB Başkan Yardımcısı Demir, “Hazırlanan uzmanlık görüşleri mahkemenin incelenmesine, değerlendirilmesine, takdirine bağlıdır” diyor, ancak ekliyor:
“Kişinin kim olduğu, ne olduğuyla ilgili değildir adli tıp uzmanları ve insan hakları savunucuları. İşkence gördüğüne dair bir tespit yapılabilecek somut olgular varsa, bir insan hakları savunucusunun ve adli tıp ekibinin bunu raporlaması gerekir. Haricen de alınsa, resmi de olsa mahkeme tarafından bunun ciddiye alınması gerekir.”
Demir, işkence raporlarının ceza yargılamalarında mahkumiyet ya da beraat kararı verilmesinde tek başına rol oynayamayacağını söylüyor:
“Ceza yargılanması kişinin tek başına verdiği ifade üzerine kurulmaz. ‘İşkence gördüklerine dair rapor verdi de o yüzden aklandı, o yüzden soruşturma yapılamadı’ demek doğru olmaz. Denirse, kişinin beyanını ve iddialarını almanın dışında herhangi bir delil toplamamışsınız ki sonuca gidilememiş demektir.”
Adli Tıp Uzmanları Derneği Başkanı Hilal de, mahkemenin şüpheye düştüğü durumlarda yeni bir bilirkişi raporu isteyebileceğini söylüyor.
Adli olaylarda hekime başvuranın bir kişiye ceza verdirmek ya da tazminat kazanmak gibi amaçlar güdebileceğini, bu nedenle yaşadıklarını abartabileceğini belirten Hilal, “Bu konuda adli tıp uzmanları genel olarak tecrübelidir ama kandırılma söz konusu da olabilir. Bunun çaresi de şudur. Bu bulguların olmadığına inanıyorsa mahkeme heyeti, başka bir adli tıp uzmanından, anabilim dalından ya da Adli Tıp Kurumu’nda raporlar alırlar, zaten alıyorlar.”