Türkiye’nin çetin sınavı: Sokak köpekleri

Sokak köpekleri konusundaki bireysel ve toplumsal tutum genellikle şefkat ve öfke arasında gidip geliyor. Ancak bu ikircikli duruş, sorunun köküne inmek yerine yalnızca yüzeysel tepkiler üretmemize neden oluyor. Gerçek bir çözüme ulaşabilmek için, duygusal tepkilerden ziyade, bilimsel verilere ve kapsamlı politikalara dayanan, kararlı ve tutarlı bir yaklaşım geliştirmek şart.

Yalnızca istatistiklerin soğuk diliyle değil, onların arkasında yatan trajedilerle de yüzleşmek gerekiyor. Genç bir öğrencinin yaşamını yitirmesi veya küçük bir çocuğun saldırıya uğraması gibi haberler, bu meseleyi derinlemesine bir güvenlik sorunu olarak ortaya koyuyor.

Dünya genelinde her yıl yaklaşık 35 bin insan, sokak köpeklerinin saldırıları sonucu hayatını kaybediyor. Türkiye’de ise bu sorunun her yıl yaklaşık 100 ila 200 arası insanın hayatını kaybetmesine neden olduğu belirtiliyor. Sadece 2024’ün ilk 5 ayında ülkemizde, sonu ölümle ya da yaralanmayla biten 463 köpek saldırısı gerçekleştiği kayıtlara geçmiş. Sokak köpeklerinin sayısıyla ilgili net verilere ulaşmak kolay değil ancak bu sayı ülkemizde 2,8 milyon ile 10 milyon arasında değişiyor.

Özellikle çocuklar, yaşlılar ve engelliler için sokaklar, başıboş ve saldırgan köpeklerin oluşturduğu tehdit nedeniyle giderek daha tehlikeli bir hal alıyor. Öyle ki bu, bir sosyal panik ve korku nesnesi haline dönüşmüş durumda.

Sadece insanlar da değil, başıboş sokak köpeklerinin kendi uysal hemcinslerine ve diğer canlılara da zararı dokunabiliyor. Ayrıca özellikle kırsal kesimlerde zaman zaman çiftlik hayvanlarının telefine neden oluyorlar.

Kent yaşamının karmaşası içinde sıkışıp kalan sokak köpekleri, doğalarından hızla uzaklaş(tırıl)ıyor. Bilim insanları ve veterinerler, yanlış beslenmenin bu köpekleri daha saldırgan hale getirdiğini belirtiyor. Sokak hayvanlarının gelişigüzel beslenmesi, onların doğal davranışlarını bozuyor, onları doğalarından koparıyor ve hatta doğal seleksiyon süreçlerini engelliyor. Hazıra alıştırılan köpekler aynı zamanda avlanma güdülerini yitiriyor ve giderek daha fazla, insan desteğine muhtaç hale geliyorlar.

(Bu noktada bir parantez açmadan geçemeyiz. Kedi ve köpek mamalarının üretimi ve ithalatı, çoğu ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de yasal düzenlemelere tabidir elbette. Hem Sağlık Bakanlığı hem de Tarım Bakanlığı’nın izni ve denetimi altında gerçekleşir. Buna rağmen, denetim süreçlerinin daha da ciddiye alınması ve sıklaştırılması gerekmektedir. Çünkü mamalarda kullanılan içeriklerin kalitesi ve güvenliği, hayvan sağlığı üzerinde doğrudan etkilere sahiptir. Ne idüğü belirsiz katkı maddeleri ve düşük standartlar, hayvanların sağlığını riske atabilmekte, obezite, kalp ve damar hastalıkları gibi sağlık problemlerine yol açabilmektedir. Bu tür içeriklerin hayvanların doğal yapısını bozabildiği, ayrıca virüs taşıma ve saldırgan davranışlar ile kuduz gibi hastalıkların riskini arttırabildiği de uzmanlar tarafından dile getirilmektedir. “Alt tarafı hayvan maması” veya “sadece takviye gıda” olmasının, hafifletici neden olarak görülmemesi, üretim ve ithalat süreçlerinde izinlerin yanı sıra, mamaların içeriği üzerinde yapılan kontrollerin de titizlikle yürütülmesi, etkin bir denetim mekanizmasının kurulması gerekmektedir.)

Kent içinde serbestçe dolaşan bu köpekler, trafik kazalarıyla da karşı karşıya kalabiliyor.

Kuduz, capnocytophaga bakterisinin neden olduğu hastalıklar, pasteurella, MRSA ve tetanos gibi sayısız zoonotik hastalık, sokak köpekleri aracılığıyla insanlara bulaşabiliyor.

Tehlike, hayvanların sokaklarda çeteler oluşturarak belli bölgelerde hakimiyet kurmalarıyla daha da artıyor. Bu köpek çeteleri, özellikle yüksek koruma ve savunma güdüsüne sahip bazı köpek türleri tarafından oluşturuluyor.

Mevcut durumda insanların, günlük yaşam alanları olarak bildikleri mekanlar başıboş köpeklerin egemenlik alanlarına dönüşebiliyor ve bu durumda insanlar kendilerini aniden tehlikenin içinde buluyor. (Bu tehlikelere karşı insanların bir kısmı kendi önlemlerini almaya çalışıyor. Elektrikli şok aletleri, biber gazı gibi, kendilerini koruma amacıyla yanlarında taşıdıkları araçları, tehlikeli sokak köpeklerine karşı kullanıyorlar.)

Aslında sorunun kökeninde kentleşme süreci, insanların, kendi doğal yaşam alanlarını genişletirken, diğer canlıların habitatlarını işgal etmesi yatıyor elbette.

Başıboş sokak köpekleri meselesi, uluslararası arenada, ülke hakkında sağlık ve güvenlik endişeleri yaratarak Türkiye’nin imajını olumsuz etkiliyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün raporları, ülkemizin kuduz riski açısından Avrupa’da hala yüksek riskli kabul edildiğini belirtiyor. Japonya, İsveç, Norveç, Hollanda, İngiltere, Fransa, Almanya, Kanada gibi bazı ülkelerin dışişleri bakanlıklarının Türkiye’ye seyahat edecek vatandaşlarını “başıboş köpekler” ve “kuduz” riski konusunda uyardığı biliniyor.

Tüm bu örneklerle birlikte yönetilmeyen sokak köpeklerinin kentsel yaşamla olan temel uyumsuzluğu açıkça ortaya çıkıyor. Ya insanlar köpeklerin doğasını ya da köpekler kent yaşamının dengesini bozacak davranışlarda bulunuyor.

Günümüzde başa çıkılamayan sokak köpeklerinin kentsel yaşamla olan temel çatışması, tarihsel bir perspektiften de ele alınabilir.

Örneğin Orta Çağ’da sokak hayvanlarının yok edilmesi, kısa vadeli çözüm arayışının uzun vadeli felaketlere yol açabildiğini göstermesi açısından çarpıcıdır. O dönemde bu eylem, bu hayvanların taşıdığına inanılan hastalıklar ve “kötü ruhlarla” mücadele etme çabası olarak görülmüştür. Ancak, bu hayvanların yok edilmesi, fare popülasyonunun kontrolsüz bir şekilde artmasına ve dolayısıyla veba gibi hastalıkların daha da yayılmasına neden olmuştur.

Zaman ilerledikçe karantina uygulamaları gibi daha sistemli sağlık önlemleri geliştirilmeye başlanmıştır. Modern zamanlara gelindiğinde, kentleşme ve hijyen standartlarının yükselmesi, veba benzeri pek çok hastalığın kontrol altına alınmasında etkili olmuştur. Ancak sokak hayvanlarının rolü yine de yadsınmamıştır. Bu hayvanların kent yaşamında ve fakat kontrol altında tutulması gerektiği kabul edilmiştir.

ÇÖZÜM ?

Başıboş köpek sorununa yönelik çözümler, toplumun her kesiminin güvenliğini ve hayvanların refahını sağlayacak şekilde kapsamlı ve dengeli olmalıdır. Sorun, sadece hayvanların kontrolsüz çoğalması veya toplum sağlığı riskleriyle sınırlı değildir, aynı zamanda sosyal, etik ve çevresel boyutları da kapsar.

Mesele, toplumsal panikle değil, bilinçli politikalar ve sürdürülebilir çözümlerle ele alınmalıdır.

Uyutma adı altındaki kitlesel itlaf yöntemleri, kesinlikle kabul edilebilir bir çözüm olamaz. Bu tür bir uygulama ülkemizi sadece ve ancak koca bir hayvan mezbahasına çevirebilir ve derin etik sorunları da beraberinde getirir. İnsanlık dışı olarak nitelendirilebilecek bu eylemler, sorunlara kalıcı ve sağlıklı çözümler sunmaktan çok uzaktır. Hayvanların topluca öldürülmesi ya da “uyutulması”, aslında toplumun gözünden kaçırılmak istenen, çözümsüzlüğün ve umursamazlığın bir göstergesidir. Sorunları kökünden çözme iddiasından çok, göz ardı etmeye ve geçici çözümlere başvurmaya dayanır. Her canlının yaşam hakkına saygı gösterilmesi gerektiği bilinciyle, vahşetten uzak, insanlığımıza yakışır, etik çözümler geliştirmeye odaklanmalıyız.

Ayrıca sokak köpekleri arasında saldırganlık ve uysallık gibi davranış farklılıkları göz önünde bulundurulmadan yapılan genellemeler, problemleri çözmekten ziyade, onları daha da karmaşık hale getirecektir. Saldırgan ve mazlum köpekleri doğru bir şekilde ayırt etmek, uygun çözüm yollarını belirlemede kritik bir öneme sahiptir.

Sokak hayvanlarıyla ilgili sorunlara yaklaşımımızda daha bilinçli, ölçülü ve çeşitlendirilmiş stratejiler geliştirmek zorundayız.

Özellikle, saldırgan olarak bilinen köpeklerin kontrolsüz bir şekilde satışı, büyük bir sorun teşkil etmektedir. Bu tür köpeklerin satışının, yalnızca belirli kurumlar aracılığıyla ve özel koşullar altında gerçekleştirilmesi gerektiği açıkça belirlenmelidir. Tehlikeli olarak sınıflandırılan köpek ırklarının, sıradan bireylere satışı kesinlikle yasaklanmalı ve bu yasak, net bir yasal düzenleme ile garanti altına alınmalıdır. Bu, hem toplum güvenliği için hem de köpeklerin doğru koşullarda bakılması için önemlidir. Eğer bu köpekler belirli kurumların talebi doğrultusunda alınacaksa, bu alımlar da özel düzenlemelerle sınırlandırılmalıdır. Bu tür satışlar asla serbest bırakılmamalı ve kontrolsüz şekilde yapılmamalıdır.

Bu durumun bir başka önemli boyutu ise ithalat meselesidir. Yurt dışından ithal edilen bu tür köpeklerin ülkeye girişi, kesin ve net yasal dayanaklara bağlanmalıdır. İthalat sürecinde, bu köpeklerin sağlık durumları ve bakım standartlarına ilişkin birçok faktörün yasal çerçevelerle düzenlenmesi büyük önem taşımaktadır. İthal edilen hayvanların, geldikleri ülkelerdeki sağlık ve güvenlik standartlarına uygun şekilde muamele görmüş olmalarını garantilemek, bu sürecin ayrılmaz bir parçası olmalıdır.

Mevcut hayvan barınaklarında ciddi iyileştirmelere ihtiyaç vardır. Barınaklar, sadece geçici bir sığınak olmaktan çıkıp, hayvanların rehabilite edildiği, sağlık ve bakım ihtiyaçlarının karşılandığı, onlara kalıcı yuvalar bulma amacı güden merkezler haline gelmelidir. Bu süreçte merhamet ve insanlık, her adımda öncelikli olmalıdır.

Hayvan barınaklarına yönelik standartlar belirlenmeli ve bu standartlara uyum zorunlu kılınarak ülkemizdeki içler acısı hayvan barınağı manzaralarının önüne geçilebilmelidir.

Başıboş köpekleri ormanlık alanlara taşımak, sorunu çözmek değil sadece başka bir yere taşımak anlamına gelir. Ormanlar, insanların da yoğun olarak kullandığı mesire yerleri olarak hizmet veren alanlardır. Bu yüzden, köpekleri ormanlara yerleştirmek, hem insanlar için yeni riskler yaratır hem de köpeklerin tekrar şehirlere dönme olasılığını göz ardı eder. Bu yöntemle ne popülasyon kontrolü sağlanabilir, ne de toplum sağlığı korunabilir; soruna geçici bir perde çekmekten öteye gidilemez.

Kısırlaştırma ve aşılama programları, köpek popülasyonunun kontrol altına alınmasında ve hastalıkların önlenmesinde önemlidir. Belediyeler ve merkezi yönetimler bu programları düzenli olarak uygulamalı, desteklemeli ve finanse etmelidir.

Hollanda gibi Avrupa’nın pek çok ülkesinde, köpek ve diğer hayvanların sahiplenilmesinden önce kısırlaştırılması, aşılanması ve tekrar doğal yaşam alanlarına bırakılmasını öngören CNVR (Topla, Kısırlaştır, Aşıla ve Geri Bırak) programı başarıyla uygulanmaktadır. Bu program sayesinde sokak hayvanı popülasyonunun kontrol altında tutulması ve hayvanların sağlıklı bir yaşam sürmeleri amaçlanmaktadır.

Ayrıca, Brüksel’de çıkartılan bir yasaya göre kedilerin altı aylık olmadan kısırlaştırılması zorunlu tutulmuştur. Bu da erken yaşta kısırlaştırmanın hem hayvan sağlığı hem de sokak hayvanı popülasyonunun kontrolü açısından önemini vurgulamaktadır.

Yine Hollanda’da hayvanlara yönelik şiddet olaylarının rapor edilmesi için bir Hayvan Polisi departmanı kurulmuştur. Hayvanlara işkence ve kötü muamele yapanlara hem hapis hem de para cezası gibi ciddi yaptırımlar uygulanmaktadır.

Bu tür politikalar, hayvanların refahını artırırken, toplumun da bu konudaki bilincini ve sorumluluğunu güçlendirecektir.

Sahiplendirme ve eğitim faaliyetleri teşvik edilmelidir. Potansiyel sahipler için eğitim programları düzenlenerek hayvanların sorumlu bir şekilde sahiplenilmesi garanti altına alınmalıdır.

Bu, hayvanların bir süre sahiplenildikten sonra sokağa terk edilme kabusunun önüne geçebilir.

Köpek satışı, sıradan bir ticari işlem değildir, bunun böyle olmadığının bireyler tarafından net bir biçimde anlaşılması gerekir. Sahip olmak, yalnızca “bir anlık hevesle” verilen kararların ötesinde, ciddi bir sorumluluk taşır. Bu nedenle, köpek satışlarında bir sözleşme sisteminin olması şarttır. Bu sözleşme, hem hayvanın iyi koşullarda yaşamını sürdürebilmesini garanti altına almalı, hem de yeni sahiplerin bu sorumluluğu tam anlamıyla üstlendiklerini belgelemelidir.

Bir köpeği evine kabul eden her birey, onu bir eşya gibi değil, bir canlı olarak görmeyi taahhüt etmelidir. Dolayısıyla köpek sahiplenme süreci, potansiyel sahiplerin bu uzun vadeli yükümlülüğü anlamalarını sağlayacak şekilde düzenlenmelidir.

Hollanda, bu konuda dikkate değer uygulamalarıyla öne çıkıyor. Yerel yönetimlerin devreye girmesiyle “satın alınan” köpekler için bazı şehirlerde yüksek vergiler uygulanıyor. Bu durum, potansiyel köpek sahiplerini, satın almaktan ziyade, terk edilmiş hayvanların bakıldığı barınaklardan köpek sahiplenmeye teşvik ediyor.

Yine Almanya’da evcil hayvan sahipliliği, sadece bir hak değil, aynı zamanda ciddi bir sorumluluktur. Bu ülkede, köpek sahiplenmek isteyen kişilerin, hayvanları sürekli olarak çoğaltma veya ticari amaçlarla sömürme yoluna gitmeyeceklerini, onlara uygun bir yaşam sağlayacaklarını garanti ettikleri belgelere sahip olmaları gerekmektedir. Bu, hayvan refahını korumak ve kötü muameleleri önlemek amacıyla yapılan bir düzenlemedir.

Toplum bilinçlendirme çabalarını artırmak, canlıların yaşam hakkı, hayvan refahı ve çevresel sorumluluk konusunda herkesin daha duyarlı hale gelmesini sağlar. Köpek gezdirirken uyulması gereken kurallar, temizlik ve köpeklerin doğru beslenmesi hakkında bilgi düzeyi artar.

Şehir planlamasında da köpekler ve insanlar için daha uyumlu yaşam alanları oluşturulmalıdır. Köpek parkları, özel yürüyüş yolları ve hayvan dostu rekreasyon alanları gibi düzenlemeler, şehirlerdeki yaşam kalitesini artırırken, insanlarla hayvanlar arasındaki etkileşimi destekleyen sağlıklı ve güvenli ortamlar sunar.

Mama sektörü, hayvan sever dernekler ve benzeri gruplar, Avrupa Birliği fonları aracılığıyla hayvan barınakları ve rehabilitasyon merkezleri kurma konusunda daha aktif olmalıdır. İlgili derneklerin ve sektör temsilcilerinin fonlara başvuru yapmaları için bilgilendirme ve teşvik sağlanmalı, idari ve hukuki süreçler kolaylaştırılmalıdır. Ayrıca, projelerin hızlı ve etkin bir şekilde hayata geçirilmesi ve düzenli olarak denetlenmesi, bu çabaların başarıya ulaşmasında kritik öneme sahiptir.

Sokak köpekleri meselesi, toplumun vicdanını ve medeniyet anlayışını zorlayan bir sınavdır. Bu durum, yalnızca sokak köpekleriyle nasıl başa çıkıldığına değil, aynı zamanda bir toplum olarak ne kadar ileri görüşlü ve kapsayıcı olduğumuza dair derinlemesine bir içgözlem sunar.

Gerçekten etkili ve sürdürülebilir çözümler, tüm toplum kesimlerinin katılımıyla şekillendirilmelidir. Bu süreç, siyaset üstü, adil ve kapsayıcı politikalar gerektirir. Bu kapsamda, merkezi idarenin yerel yönetimlerle işbirliği içinde, bu meseleyi yürekten(!) ve sahici(!) bir şekilde sahiplenmesi gerekmektedir. Çözüm süreci, veteriner hekimler odaları, bilim insanları, sivil toplum örgütleri ve kamuoyunun da katılımıyla, açık ve şeffaf bir şekilde tartışılmalıdır. Bu konunun yasa hazırlığı aşamasında da proaktif ve kararlı adımlar atılması beklenir. Bu mesele esaslı bir devlet politikası olarak ele alınmalıdır!

Medeniyet, her canlıya saygıyla başlar, bugünümüzü ve geleceğimizi daha yaşanabilir hale getirmenin yolu ise söz konusu saygı ağını çok yönlü ve dengeli bir biçimde örebilmekten geçer.

Sadık Çelik